
[responsivevoice_button voice=”Turkish Female” buttontext=”Oku”]
31 Mart seçimleri bitmiş olmasına bitti ama ardında kalan, mil, tufan, öfke, hesap sorma izleri bitmedi; bitmeyecek gibi…
Sıcağı sıcağına bir sürü gelişme yaşandı. İlginç olanlardan birisi de; Zonguldak Alaplı İlçesi, Yenidoğanlar Köyünde yaşandı. Yirmi yıldan bu yana muhtarlık yapan Mehmet Akyol; seçimden önce köy çocukları için yaptırmış olduğu çocuk parkını, kaybettiği günün gecesi; yerle bir etmiş…
Eski Muhtar Mehmet’in yüzüne bakarsanız, kaybediş adına yerleşmiş derin hüzünlü çizikleri görmeniz mümkün… Bu kadar hırs niye? Yarı tanrı olmak, her daim en üstün insanlara bile hata yaptırabiliyor. Veya delirebiliyor…
Bir başka aday adayı da İstanbul’da yaşandı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi için bağımsız aday, Av.Mehmet Celal Baykara’nın seçim sonuçlarında yaşandı. İnanılmaz bir durum; Mehmet Celal Baykara’ya çıkan oy; sadece BİR.
Ulusal basın bu sonuç için; Züğürt Ağa’nın düştüğü durumu hatırlamış ve hatırlatmış. Av.Mehmet Celal Baykara, kaybeden Köy Muhtarı Mehmet Akyol gibi, derin hüzün yerine neredeyse gülüyor; ağlanacak haline…
Bunlar, bu acayip davranışlar belki de doğal hayatın ta kendisi… Öfkenin en yalın hali… Bir de her şeyin varken, bir de ismim afişlerde, basında görünsün diyen insanların yenik, yitik hali; baldan tatlı gelir…
ÖLÜM KORKUSU DEĞİL DE NE?
Oktay Sönmez; Kazancakis’e Mektuplar isimli çalışmasında, kendi sesi, düşüncesiyle de yüzleşir.
Ölümden korkusunun olmadığını anlatırken, bu korkunun yapılacak daha çok iş olmasından doğduğunu sanır. Bu da bir çeşit korku; yani, yapacaklarımı yaşarsam yapabilirim; henüz ölmek istemiyorum, demenin bir başka tarafı…
Üreten her insanın pes etmediği, vazgeçemediği yaşamın en kıymetli anı bu anlardır; yaşamak istemek… Yaşamın içinde kalmak… Sonsuzun yaşını, genişlemesini görünce, bize ait olan ayrıcalıklı duygularımızın tadına henüz varmışken; süreyi biraz daha uzatmak…
Oktay Sönmez, şu satırlarla ruhsal durumunu çok güzel anlatır;
“ Sayın Kazancakis, sen de böyle hissettin mi bilmiyorum. Benim acelem var. Yapacağım daha bir sürü şey-eskisinden, örneğin on yıl öncesinden daha çok-var gibi geliyor bana. Bir manyak telaş içindeyim. İster yaşlılık de, ister ölümün ayak sesleri. Ne dersen de. Ama’ölüm korkusu’ deme sakın! Evet, bir korku var içimde; hem de telaşlı, heyecan dolu bir korku. Ama ölüm korkusu değil.”
Bunca telaş, açıklama, ölümün kaçınılmazlığını ve yapacağımız işlerin biteceğini anlatmaktan öte, hiçbir zaman tamamlanmayacak olan düşünen ve üreten insanın hikâyesini görüyorum bu sözcüklerde. Yazarlarda, şairlerde, heykeltıraşlarda, mimarlarda; üreten, sağlıklı olan herkeste, yaşama sımsıkı bağlanma isteği kaçınılmaz bir duyu bütünlüğüdür.
O yüzden, bilimsel çalışmalar da şunu söyler; “ Ölüme herkes inanır ama kendi öleceğine kimse inanmak istemez” Bütün cenaze merasimlerinde bunu görebilirsiniz, ölümün ardından, kalanın o muhteşem sağlıklı, dik ve ölümsüz duruşu…
Kişinin ruhsal bozukluğu yoksa bedensel bütünlüğü ruha sımsıkı tutunup üretiyorsa; ölümü düşünmeye zamanı bile olmaz. Oysa ölüm her daim peşimizde dolanıp durur.
Acı, hastalıkla iç içe olanların ölümden beklentisi nettir; “BİR AN ÖNCE BİTİR İŞİMİ!”
Aziz Öğretmen, hastalığı nedeniyle bir deri bir kemik kaldığı halde; dik durmaya çalışırken, çektiği acıların dayanılmazlığı karşısında çaresiz bir ölüm isteği içine girmişti.
Abidin Dino da, yatağında hasta yatarken büyük acılar içinde, şu notu düşer ak kâğıda; “ Ölüm mü; ne büyük buluş…”
Bir başka İngiliz yazar; Bruce Chatwin, hastalığı nedeniyle iyice zayıflamış, bitkin hale gelmiştir. Arkadaşı Herzog yanı başında, ona Güneş’in Çobanları’nı izletiyor; onar dakikalık dilimler halinde.
Chatwin de bir deri bir kemiktir. Arkadaşına son olarak seslenir; “ Beni yalnız bırak şimdi” İki gün sonra ölür.
Yaşam, biriciktir! En inançlı olandan, en inançsız olanlara kadar! Dikkat edin; her gün cennetten cehennemden söz edenler bile sımsıkı tutunurlar yaşama. Hâlbuki onları bekleyen bir cennet vardır…