Kimlik siyaseti, milliyet, din, etnisite, cinsiyet, cinsel yönelim, sosyoekonomik durum, toplumsal sınıf gibi kimlik belirleyici etmenlere bağlı insanların, kimliklerini temel alan siyasal gündemler geliştirdikleri bir siyaset yaklaşımıdır.
Geleneksel siyasi partilerin sorunları çözmede başarısızlıkları, kutuplaşmayı arttırıcı söylemler, sosyal eşitsizliklerin gittikçe belirginleşmesi, sosyal medyanın etkisi, globalizm ve neoliberalizm uygulamalarının sosyal eşitsizlikleri arttırması, ideolojik yaklaşımlara ilginin azalması gibi nedenlerle son 30-40 yıl içinde kimlik siyaseti denen olgu ortaya çıktı.
Bu yazıda, kimlik siyaseti üzerine okuduğum ilginç bir makaleyi özetleyeceğim.
Makalenin yazarı Jamie Wheal, Çevre Bilimi üzerine yüksek lisans yapmış.
“Flow Genom” Projesi’nin kurucusu.
“Ateşi Çalmak”, “Başıboş Bilim Adamları” ve “Vecdi Yeniden Yakalamak” kitaplarının yazarı.
Kitaplarının hiç biri Türkçe’ye çevrilmemiş.
BİYOLOJİ VE SİYASET
Yazara göre biyoloji, siyaset ve kültürün üzerinde.
Dolayısıyla, bugün gözlemlediğimiz toplumsal eğilimler, orman yasalarının ve insan yasalarının doğal gerçeklerinden oluşuyor.
Bunun kanıtlarını türlerin ve geçmiş uygarlıkların evriminde arıyoruz.
Şimdiki zamanımızı açıklamak için geçmişten gelen kalıpları seçiyoruz.
Bunun her zaman siyasi sonuçları oluyor.
Hem aşırı sol hem sağ, evrimsel biyolojiyi anlamanın, sosyal değişime yönelik hedefleri açısından stratejik öneme sahip olduğunu seziyor.
Olayların geçmişte nasıl evrildiğinin öyküsünden başlamak, işlerin şu anda nasıl ve neden böyle olduğu ve bundan sonra ne yapmamız gerektiği hakkında bir çerçeve çizebilir.
Sol görüş, batı uygarlığının kurallarını yıkmak istiyor, çünkü onu, tarihi ve çağdaş baskının kaynağı olarak görüyor.
Irk veya cinsiyete ilişkin çağdaş bulguların silah haline gelmesi durumunda ise biyolojiyi sansürlemek istiyorlar.
(Adil olmak gerekirse, son dört yüz yılda, kölelik kurumundan, eşcinseller için kimyasal hadımlığa, kadın ve erkek arasındaki ücret eşitsizliğine kadar her şeyi destekleyen “bilimsel” argümanların lekelenmiş bir kaydı var. Sosyal aktivistler bilimin bu konuda “şüpheci” olduğundan şüphelenmekte haksız değiller. Her zaman ideolojiden arınmış saf bir bilgi arayışı olmamıştır.)
Sağ görüşte olanlar da aynı fikirde.
Ancak sağcılar, beyaz erkek mantığından ve yaratıcılığından korkmak yerine onları alkışlıyorlar.
Dibe doğru giden bu yarışta, her iki taraf da en kritik içgörüyü kaçırıyor: Biyoloji bize, hümanist deneyin gerçekte ne kadar kırılgan, nadir ve değerli olduğunu gösterir.
Bir evrimsel biyolog olan Bret Weinstein şunu belirtiyor: “İşbirliğinin gelişmesinin aslında iki yolu var. Birincisi çok eskidir ve genetik akrabalığa dayanmaktadır. Diğer türdeki işbirliği çeşitli karşılıklı ödünlere, çıkarlara dayanır ve çok daha yeni ve çok daha kırılgandır. Karşılıklılığa dayalı işbirliği bozulduğunda, gen temelli işbirliğine yöneliriz. İşbirliği için genetik temeli kullanan insanları dışlamak çok tehlikelidir, çünkü soykırım tehlikesine dönüşebilirler. Tarih bize bunu söylüyor.”
DAVRANIŞLARIMIZIN BİYOKİMYASAL TEMELLERİ
Daha fazla kapsayıcılığı veya toplumsal yanlışların düzeltilmesini savunurken, hayatımızın biyolojik temellerine dikkat etmemiz gerekiyor.
İnsanlar arası bağlantının nörokimyası ve kriz zamanlarında buna ne olacağı, konuya başlamak için iyi bir nokta.
Evrimsel biyoloji, yüzlerce nesil boyunca ortaya çıkan dinamikleri incelerken, nörokimya günlük deneyimlerimizi açıklıyor.
İnsanlar, sosyal statü kaybı, ekonomik zorluklar, göç gibi nedenlerle sürekli strese maruz kaldıklarında, serotonin seviyeleri tükenir.
İntikamcı davranma olasılıkları yükselir.
Oxford’dan araştırmacı Molly Crockett, şöyle diyor: “Deneylerimize göre, psikolojik durumlarla ilgili bir nörotransmitter olan serotoninin seviyeleri düşük olduğunda insanlar anlık ödüllere daha fazla odaklanıyor ve daha dürtüsel ve saldırgan oluyorlar.”
Kültür savaşlarına dahil olan, adaleti, ahlakı veya başka bir ahlaki ilkeyi savunan insanlar arasındaki nörotransmitterleri tükenmiş kişilerin, kendilerine zarar verse bile, başkalarından intikam almaya meyilli oldukları gözlenmiş.
İntikam alınan kişinin neden cezalandırıldığına dair hiçbir fikri olmasa bile, serotonini düşük kişilerin kinleri devam ediyormuş.
Siyasi mitingler, protestolar veya spor etkinlikleri gibi büyük kalabalıklarda buluştuğumuz zaman başka bir şey olur; hem serotonin hem de dopamin yükselir.
Daha iyi hissederiz.
Kalabalığın gücünün büyük bir kısmı buradan geliyor.
Ancak bu dopamin artışı “fedakarlık yapmayı” veya yabancılara karşı nezaketimizi öldürüyor.
Dopamin etkisi altındayken kendimizi daha iyi hissederiz ama daha kötü davranırız.
Grup İçi bağları yönlendiren son bir nörokimyasal madde daha var: Oksitosin.
Oksitosin, cömertliği teşvik etme, anneyi çocuğa, sevgiliyi sevgiliye bağlama yeteneği nedeniyle “kucaklama ilacı”, “aşk hormonu” ve hatta “ahlak molekülü” olarak lanse edilir.
Psikolojimizin altında yatan şeyleri anlamaya yarayan çoğu biyolojik açıklama gibi, oxytocin etkisi de o kadar basit değil.
Oksitosinin olumlu etkilerini gösteren bu çalışmalar bilimsel olarak geçerli, ama başka çalışmalarda oksitosini artırmanın kıskançlığı da artırdığını gösterilmiş.
Oksitosin, insanları diğer grupların pahasına kendi gruplarını tercih etmeye yönlendirebilir.
Hatta bazı durumlarda oksitosin işbirliğini bile azaltabilir.
Dolayısıyla bu çalışmalara dayanarak, Crockett, “oksitosinin ahlaka aykırı bir molekül olduğunu söyleyebilirim.” diyor.
Harvard’lı immünolog Katherine Wu, bunu bir adım daha ileri götürüyor:
“Oksitosin aynı zamanda etnik merkezcilikte de rol oynuyor, yerleşik kültürel gruplarımızdaki insanlara olan sevgimizi artırıyor ama bize benzemeyenleri daha yabancı gösteriyor.
Dolayısıyla tıpkı dopamin gibi oksitosin de iki ucu keskin bir kılıç olabilir.”
KABİLECİLİK VE TEHLİKELERİ
Biyolojinin bizi getirdiği kaçırmamamız gereken hayati bir sonuç var: Kabilecilik
Kabilecilik, desteklemeye kodlandığımız sosyal kimlik ve aidiyetin son düzeyidir.
Genler ve oksitosin bizi sevdiklerimize bağladıktan ve diğerlerini “öteki” yapma isteğimizi yoğunlaştırdıktan sonra, arzuladığımız her şey seçime bağlıdır ve hiçbir şekilde garanti edilmez.
Basitçe söylemek gerekirse kabilecilik kaderdir.
Hümanizm isteğe bağlıdır.
Genel olarak kimlik siyasetinin tehlikesi budur.
Bizim gibi görünen, bizim gibi kokan ve konuşanlarla bağ kurma ve bunları koruma yönündeki evrimsel içgüdü, genetik olarak kodlanmıştır.
Bu, kabile primatları olarak hayatta kalmamızın tam anlamıyla temelini oluşturur.
Akraba gruplarımızın ötesinde karşılıklı çıkara dayalı karşılıklı işbirliği; tarihsel açıdan son derece yeni ve kırılgan.
Bu kırılganlık sıklıkla istismar ediliyor.
Sistemi parçalamak isteyen herkes -ne kadar haklı ya da “görünürde haklı” olursa olsun- yapısal düzeyde aynı takımdadır.
Aşırı sağ ve aşırı sol radikallerin, kabul etmeye istekli olacaklarından, daha fazla ortak noktası var.
Queensland Teknoloji Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, bunun sadece paylaştıkları kabileci bir felsefe olmadığını, aynı zamanda rahatsız edici bir psikoloji olduğunu kanıtladı.
Araştırmacılar, görüşleri ana akımdan farklı olan beş yüzden fazla amerikalıyı karşılaştırdı.
Onları üç kategoriye ayırdılar: radikal sol, ilerici liberal ve beyaz amerikalılar.
Daha sonra her grubun otoriter eğilimleri ve psikiyatristlerin “Karanlık Üçlü” olarak adlandırdığı kişilik tiplerini (narsisizm, Makyavelistlik ve psikopati) desteklemeye ne kadar eğilimli olduğunu değerlendirdiler.
İlginçtir ki, merkezciler (toplum yanlısı değerlere sahip olan, ama aynı zamanda başkalarının seçimlerine de değer veren insanlar) “Karanlık Üçlü” ile herhangi bir ilişki göstermediler.
Ancak hem radikal sol hem de radikal sağ “karanlık üçlü”ye eğilim gösterdi.
Temel zıtlık burada: Herkesi gözeten, kazan-kazan yaklaşımındaki merkezciler ve, kişisel çıkarları gözeten, kazan-kaybet yaklaşımındaki aşırı sağ ve sol gruplar.
Her ne kadar bu iki grubun karşıt amaçları yansıttığı düşünülse de, araştrımacılar, oldukça benzer bir psikolojik yönelime sahip olduklarını belirtiyorlar.
Çalışma yeni ortaya çıkan bir dizi siyasi tutumun (en önemlisi, radikal sol ve sağın) büyük ölçüde Karanlık Üçlü özellikleri benimsediğini gösteriyor.
Otoriterlik eğilimi yüksek olan bireyler, politik olarak doğru görüşlere sahip olsalar bile, psikopati, narsisizm, Makyavelistlik ve yetki sahibi olma konularında ortalamadan daha yüksek puanlar alıyor.
Bu çalışma hepimiz için neyin tehlikede olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Yeats’in “en iyiler her türlü inançtan yoksundur, en kötüler ise tutkulu bir yoğunlukla doludur” şeklindeki gözlemini doğruluyor.
Ne olursa olsun gücü ele geçirme İradesine sahip olanlar, normalde iyi niyetli olan hareketlere kolayca sızabilir ve onları ele geçirebilirler.
En asil felsefeler bile sosyopatların eline düşebilir.
Robespierre, Fransız Devrimi’nin ideallerini kanlı Terör Hükümdarlığı’na dönüştüren Karanlık Üçlü’nün poster çocuğudur.
Sadece haklı değil aynı zamanda erdemli olmak rahatlatıcı gelse de, öfke ve hayal kırıklığı ne kadar haklı olsa da, Karanlık Üçlüye kapılmak, bizim sonumuz olur.
Fütüristler, aşırı özgürlükçüler, alternatif sağ ve aşırı solcular, Ütopyalarını inşa edecekleri boş bir sayfaya sahip olmak için genellikle mevcut sistemimizi yıkmanın fantezisini kurarlar.
Ancak bu saf ve tehlikeli bir yanılsamadır.
Savaş köpeklerini salıverirseniz, bizi ısırmak için geri gelmeleri neredeyse kesindir.
Tehlikede olanı bir perspektife oturtmak gerekirse, Vandallar antik Roma’yı yağmaladıktan sonra aynı yaşam standardına geri dönmemiz Amerika’nın Bağımsızlık Bildirgesi’ne kadar sürdü.
SONLU OYUNLAR, SONSUZ OYUNLAR
Mevcut kültür savaşlarına faydalı bir bakış açısı kazandırmak için birkaç on yıl geriye gitmemiz gerekiyor.
1987’de ilahiyatçı James Carse, “Sonlu ve Sonsuz Oyunlar: Oyun ve Olasılık Olarak Yaşam Vizyonu” adlı kısa bir kitap yazdı.
Kitapta, insanlık tarihinin çoğunun “sonlu” oyunlardan, yani kazananları ve kaybedenleri belli olan yarışmalardan oluştuğunu belirtiyor.
Bu oyunlar arasında savaş ve fetih, ticaret ve ulusal politika da yer alıyor.
Yazara göre başka bir oyun türü daha var: “Sonsuz Oyun”.
Sonsuz oyunda, amaç kazananı ve kaybedeni bulmak yerine, oyunu herkesin süresiz olarak oynamaya devam edebileceği şekilde ayarlamak.
Hepimiz çocukluğumuzda bu Sonsuz Oyunun bir versiyonunu yaşadık; mahalle maçlarına veya saklambaç oyununa hakim olan büyük bir erkek kardeş veya komşu, morali bozuk küçük çocukların isyanıyla karşı karşıya kaldığında, kuralları gevşetmeyi kabul ederdi.
Adil bir yarışa daha yakın olması için, bazı avantajlı başlangıçlar, fazladan puanlar verilirdi.
Büyük çocuklar hâlâ kazanmayı seviyorlardı ama kaybedenlere oyunu tamamen bırakmak yerine onları oynamaya devam etmeye ikna edecek kadar taviz vermeye istekliydiler.
Bu, Sonsuz Oyunun minyatür halidir.
Her ne kadar Carse’ın kitabı 1987’de yayınlanmış olsa da, anlattığı Sonsuz Oyunun daha derin bir versiyonu en az üç yüz yıldır oynanıyordu.
Bu, Fransız Aydınlanmasıyla başladı: ırk, renk veya inanç ne olursa olsun herkes için özgürlük, eşitlik ve kardeşlik.
Amerika’nın bağımsızlık hareketinde ilgi kazandı.
Aydınlanma’nın idealizminine karşı iktidarın, baskılarını, kanlı gerçekleriyle birlikte içeren bu miras; evrim ve biyolojinin dayattığı kabileciliğin ötesine geçmeye yönelik çabalarımızın hikayesidir.
Ev sahibi olup saha avantajına sahip olanlar, üstünlüklerini korumak için genellikle her türlü numarayı kullanırlar.
Değişim zorlu mücadelelerle gelir ya da hiç gelmez.
Kölelik karşıtları, oy hakkı savunucuları, sendikacılar, Kara Panterler, göçmen işçiler, savaş karşıtı pasifistler, Occupy Wall Street protestocuları, Çay Partisi aktivistleri ve Black Lives Matter göstericileri, hepsi, şikâyetlerini duyurmak için meydanlara çıkmak zorunda kaldı.
Sonsuz Oyun, kendi tarafı kazansa da kaybetse de oyunu herkesi kapsayacak şekilde genişletmeye devam etme kararlılığı göstermeleri koşuluyla, tüm geleneksel, ilerici ve radikal perspektifleri içerir.
Bu fikre sırtımızı dönersek, herkes için işe yarayan bir gelecek için sahip olduğumuz en iyi yol haritasını da yerle bir etmiş oluruz.
AYDINLANMA VE LİBERALİZM
Bu da bizi az çok günümüze geri getiriyor.
Şüphecilik her tarafta o kadar derin ki, tüm sistemin çökmesi gerektiği sonucuna varmak inanılmaz derecede cazip hale geliyor.
Bu çıkmazı kırmak için ortak zemin arayışımızdan vazgeçmemiz, daha yüksek bir zeminde buluşmamız gerekebilir.
Kaliforniya Üniversitesinden filozof Alison Gopnik şöyle yazıyor: “18. yüzyılın hayali, kökleri rasyonelliğe dayanan tek ve tutarlı bir değerler dizisinin Dünya üzerinde bir cennet yaratabilmesiydi.”
“Fakat daha yeni filozoflar, iyiliğe yer açan daha mütevazı bir liberal çoğulculuğu savundular.
Aile ve iş, dayanışma ve özerklik, gelenek ve yenilik hem bireylerin hem de bir milletin hayatında gerçekten değerlidir.
Aydınlanmanın önündeki zorluklardan biri bu değerlerin arasında köprüler kurup dengeleyebilecek sosyal kurumlar inşa etmektir.”
Bu tür liberalizm, Sonsuz Oyunu, giderek daha fazla oyuncuyla oynamaya devam etme şansını genişleten uzlaşmalara yol açar.
Hangisi daha iyi: John Keynes tarzı arz yanlı ekonomi mi, yoksa Milton Friedman tarzı özgürlükçü serbest piyasalar mı?
Adil bir toplum inşa etmek için güvenlik ağları mı?
Uluslararası düzeni korumak için büyük sopalar mı yoksa havuçlar mı?
Vatandaşları güçlendirmek için eğitime mi, istihdama yatırım mı yapıyorsunuz?
Din ve devletin ayrılması mı yoksa entegrasyonu mu?
Çokkültürlülük mü yoksa ulusal kimlik mi?
Devrim mi, evrim mi?
Tek dürüst cevap “duruma göre değişir”, ve “tam olarak emin değiliz”.
Dünya üzerindeki tüm yaşam yirmi dört saatlik bir güne sıkıştırılsaydı, anatomik olarak modern insan gece yarısından dört saniye önce ortaya çıkardı.
Sondan bir saniye önce mağara resimleri.
Sadece bir saniyenin son bölümünde medeniyet.
Ne kadar az bildiğimizi bir perspektife oturtmak gerekirse, yumurta, tereyağı ve kahvenin şimdiye kadarki en iyi şeyler olup olmadığı gibi basit gerçekler üzerinde hala bir karara varmış değiliz.
Şu andaki, en acil sorunumuz devam ediyor: bugünlerde siyasi yelpazenin her iki tarafını da tehdit eden kabileciliğe karşı, Aydınlanma deneyini canlandırabilir miyiz?
Kazan-kaybet oyunu yerine, kazan-kazan Sonsuz Oyununa geçebilir miyiz?
Zulmün karşılığını her defasında zulümle ödediğimizde bu daha çok kanla ve daha fazla acıyla sonuçlandı.
Acilen birleşmemiz gerekirken, inat eder ve “İşbirliği yapmayı reddederim, ya da benimkini alana kadar benim gibi olmayanların ortak insanlığını kabul etmeyi reddederim” dersek, o zaman hepimiz kötü bir şekilde yaralanacağız.
SONUÇ
Jamie Wheal, kimlik siyasetini “kabilecilik” kavramına indirgiyor.
Kabileler şeklinde yaşamanın evrimsel bir olgu olduğunu, hatta bunun hormonlar ve nörokimyasalların etkisiyle ilişkilendirilen bazı davranışların sonucu olduğunu söylüyor.
Aşırı sol ve aşırı sağ gibi akımların da bir tür kabilecilik olduğunu iddia ediyor.
Kabile ilişkilerinin dışına çıkmanın, ve “sonsuz oyun” gibi rahat bir ortamda işbirliği yapmanın günümüzde şart olduğunu ileri sürüyor.
“Gezegen sekiz milyar insanı geçindirmek için çabalarken, kazan-kaybet kabileciliğine gerilemenin feci derecede kötü bir şey olduğu sonucuna varmalıyız.”