
TAŞ OCAKLARI BİLMECESİ
———————————————
Bu şehrin hatta belediyenin olması gerekirken, bir türlü olamayan taş ocakları; alt üst, iktidar muhalefet uzlaşmasını da ortaya çıkartacak kadar insana acı veriyor.
Bu kadar da olur mu? Diye içimizde bir şeyler yer değiştiriyor; sancı yapıyor karnımız ve şehrimizin derdine çare bulacak; köy yollarını dahi asfaltlayacak malzemenin belediye işletimini verilmesi gerekirken, belediyeyi dışarıdan parayla almaya iten bu sebeplerin altında yatan gerçekleri bilmek istiyoruz.
Tekirdağ Büyükşehir Belediyesinin yalnızlığı, çaresizliği ve kendini anlatamaması burada da karşımıza çıkıyor. Nasıl derler; halkın değişiyle; yağ var, un var, su var; üstelik aşçı da var. Ekmek yapmaya izin yok…
Tekirdağ’ın etrafı; yani belediye sınırları içinde her türlü malzeme var. Çakıl, kum, taş ocaklarına kadar. Bunlar da yol ve asfaltın ana malzemeleri olduğuna göre; belediyenin kendi şehrinin kendi zenginliklerinden faydalanmaması; faydalanması engellenmesi aynı zamanda insanımızın da yok sayılması anlamına geliyor.
Ne hazindir ki; siyaset, sapla samanı ayıramadı! Hâlbuki verimli olacakken, verimli olmayı engellersen eninde sonunda adil olmayı kaybeder, adaletin pençesinde yargının, vicdanın, halkın gözleri önünde büyük bir bedel ödersin…
Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi; taş, kum, çakıl ocaklarından faydalanamadığını, karşısına çıkan soruları tek tek anlatmalı! Kime? Halka! Sadece kendi seçmenine değil; bu şehrin belediyesi, başkanı, müdürlükleri olarak; tüm halka, siyasi bir getiri düşünmeden bu işin hakkından gelmeliler.
Çünkü bu şehirde güzel, iyi, vicdani hür olan bir sürü insan; iktidar tarafında da, muhalefet tarafında da mevcut… Yetir ki insan denen canlının ağzından çıkacak saf doğrular, doğru bir anlatıma dönüşsün…
DÜNYANIN ÖYKÜSÜ
———————————
Elimde bir dergi; içinde onlarca öykü… Basım yılı 2012;geçen yıl İlyas Beyle misafir olduğumuz kurumda vermişlerdi. O gün, bugün derken geçmiş zaman. Kenarda bekleyen dergiler iç sıkılmadan, öylesine elime alacağım güne kadar beklediler.
Yanıma alıp olmamakta tereddüt ettim. Sanki binlerce öykü okumuşum, öykünün mayasını, erdemini, doygunluğunu yaşamışım gibi; yorgun, anlamsız tembel bir tereddüt…
Hâlbuki birkaç öykücü say deseler kaç öykücü sayabilirdim? Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner; o kadar… Tam manasıyla onları bile analiz etmeden okuyup geçtim. Yaşadığımız yer, çevre; bizleri düşünmeye, kritik yapmaya, daha da ileri getirmeye meraklı değil. Hiç değil! Katiyen; umurunda bile değil çevremizin; öyküler, şiirler, şairler, yazarlar üzerine yapılacak kritikler…
Varsa yoksa tüketim… Yeni araç edinme, pahalı ve büyük evlere sığınma. 200 metrekare evde oturanlar bile kullandıkları gerçek alanın 50 metre kareyi geçmediğini bilirler ama bu da başka bir açlık…
Sonunda, eğile büküle Dünyanın Öyküsü isimli dergiyi akşam için cafe de marin de okumak için yanıma aldım. Cafenin rahat koltukları, denize birkaç adım uzaklığı, gecenin saf sükûtu, mekânın tempolu müzikleriyle yoğunlaşmaya çalıştım derginin öykücülerine, kritiklerine.
Vitesi atmış bir araç gibi; oradan oraya savruldum sessizce. İçimde ki ses, tembellik, üşengeçlik, tatminsizlik bir şeylerin yanlış olduğunu biliyordu. Bu sayfalar bitmeden, sona gelmeden bir şeyler bulmam gerektiğini seziyordum sezmesine; göz ucuyla çevirdiğim yapraklar 64.sayfaya kadar geldi.
En sonunda beni durduran şair Şükrü Erbaş oldu. Öyle bir şiir, analiz ki; zamanları savuruyor nazikçe. Ardından da Adnan Binyazar’ın şairler üzerine deneyimleri, gözlem ve kritikleri…
Şükrü Erbaş, tecrübe, ruhuyla ve her sanatçıda olması gereken sezgilerle dokunmuş mısraların teline, sözcüklerine;
Orada hayalet bir değirmen
Nazlı buğday başakları, dua, bekleyiş
Rüzgârları soyunmuş parmak sular
Terli bir gökyüzü, can sıkıntısı, ağır zaman
İçine bağıran bir adam
Nereye büyüyeceğini bilmeyen çocuklar
Etekleri yaz bahçesi bir kadın