
BALKAN ESİNTİSİ
——————————
Biraz ötede, insanların gezi yolunda, bir çocuk akordeon çalıyor. Bulunduğum yere belli belirsiz bir esintiyle; eskilerin söylemi; Frişka rüzgârı tadıyla geliyor.
Belli belirsiz bir rüyanın içinde duyulan sesler, görülen görüntüler gibi; zamanlar birbirine karışmış. Atatürk Bulvarı-Sahil Yolundan asfalta yapışmış araç tekerleri ve motorlarının sesleri bile alt edemiyor; Tekirdağ’ın üzerine çöken akşamın, Frişka rüzgârının ve akordeon çalan çocuğun nağmelerinin…
Limanın küçük kayıkları; sağlamca bağlanmışlar kıyıda ki demir halkalarına. Sonsuzluk ve Bir Gün filminde ki gibi; düşünce, ses donmuş. Her şey hafifçe yol alıyor; sakinlik, sükûnet ve akordeon çalan çocuğun belli belirsiz, müzik sesleri…
Kulağa gelen Balkan Ezgileri; bir parça hüzün ve bir parça umut taşıyan, yüzyıllar ötesine, tarihsel, kültürel bir ileti taşıyan, aktaran şarkı, türkü sözlerinin akordeona bırakılan körük ve havanın titreşimleri…
Paşalım kayığı üç yolcusuyla limana, ait olduğu yere; diğer kayıkların arasına yanaştı. Motorunun benzini bittiği için, sandalın küreklerine ve kürek çeken erkeğin kaslarına kuvvet; yanında da iki kadın…
Kayık kıyıya yanaşırken, kürekleri çeken erkeğin sesi, şükrü sağ salim varmaları adınaydı. İnsanın veya insanların doğanın seçenekleri, olayları ve oluşumlarıyla yüzleşmesi böyle oluyor; kurtuluşa yaklaşır, derin bir soluk alırken; kurtulmanın, kurtarışın yorgun keyfi…
Paşalım, diğer kayıkların yanına yanaştı. Ay Işığı, Baba Sultan, Denizcan isimli küçük kayıklar; denizin suları, yosunları ve görmediğimiz bir sürü canlısıyla bir arada; belli belirsiz esen rüzgâr ve diğer güne doğru ilerleyen batmakta olan güneşin limana düşen ışınları…
Akordeon çalan küçük çocuk, annesinden, babasından, belki dedesinden duyduğu Balkan Türkülerini, ezberinden çalıyor; aynı ritim, aynı şarkı; belli belirsiz, frişka rüzgârı gibi…
DANS EDEN YILANLAR ve KATLEDİLİŞ FERMANLARI
———-
Bir arkadaşım Kumbağ çevresinde görüp videoya çektiği engerek yılanlarının dansı; belgesellerde gördüğümüz kadar güzel, anlam taşıyor. Baharla birlikte bütün canlılar, beklenen üreme işaretinin, hormonsal çağrılarına saygı içinde, üreme çığlıklarıyla karşılık veriyorlar.
Serçeler çoktan yavrularını çıkarttılar bile. Kumrular da öyle; muhtemelen ikinciye yumurtladılar. Yılanlar ise ancak sıcakların artmasıyla uyanıp, yeryüzünün sıcak gününe çıkıp, nesillerinin devamına, o büyük evrimin çağrısına karşılık veriyorlar.
İki engerek yılanı; Kumbağ yakınlarında bir tarla, koruluğun kenarında; dişisini ikna etmeye çalışan erkek; zarafetin her türlüsünü deniyor.
Çok kısa süren vidoyu izledikten sonra kâbus gibi bir söz;” Tarlayı süren çiftçi yılanları ezdi; öldürdü.”
İki yılan; aşk-üreme dansını yaparken; aynı zamanda kendi tarlasında ürün ekmeye çalışan cahil, görgüsüz, dünyadan, doğadan habersiz bir çiftçi tarafından ezilip öldürülüyor.
Videoyu çeken arkadaşa; “ Sen ne yaptın?” dediğimde, yapacak bir şey yoktu! Cevabını aldım. Bilinen, algılanan manasıyla; yılanlar, görüldüğü yerde öldürülmeliydi!
Onca belgesel; yılanları konu alan, doğa için büyük yararları bulunan iki canlının, canlarının alınması; anlatılamayacak kadar yoksulluğumuzu da ortaya çıkartıyor.
Hâlbuki o yılanların en büyük yararı, onları öldürün çiftçiye. Çünkü beslendikleri hayvan; fareler! Fareler de en çok zararı çiftçilere verirler…
Eskiler; “ İki Yakası Kapanmaz! “ Deyimini kullanırlardı. İyi iş yapmamış, vicdanı, merhameti, hakkı bilmeyen insanlar için…
Uygarlık yolunda, hiçbir zaman iki yakamızın denk olmayacağını düşünenlerdenim. Doğaya, ilime, sanat ve sanatçıya önem vermeyip, kulak tıkadığımız için…